İngiliz Kraliyet Ailesi tarihini anlatan filmleri o kadar çok izledik ki artık o ağdalı (!) konuşmalar ve ağır işleyen projelerden biraz kaçar olmuştum. Gerçi bunların arasında “The Queen”, “Elizabeth” gibi oldukça beğendiklerim de yok değil. Birleşik Krallık yapımı The Duchess de bu beğendiklerimin arasında üst sıralardaki yerini aldı. Yönetmen koltuğunda Saul Dibb’in oturduğu; Amanda Foreman’ın “Georgina, Duchess of Devonshire” adlı kitabından uyarlanan filmin baş rollerinde Keira Knightley, Ralp Fiennes, Hayley Atwell, Charlotte Rampling ve Dominic Cooper yer almaktadır.
18. yüzyıl sonunda güzelliği ile on sekiz yaşına basmadan Devonshire düşesi olan Georgiana, ihtişamlı bir evliliğe adım atar. Lüks ve mutlu bir hayatı olacağını umarken, kader isteklerini ona sunamaz.
25 milyon $ bütçe ile ekrana yansıtılan filmin müziğini Rachel Portman üstleniyor. Dönem filmine oldukça uyan ve keyif veren müzik, 110 dakika boyunca sahnelerin daha da akıcı olmasını sağlıyor. Güçlü oyuncu kadrosu yanında, filmi izlemenin ana sebeplerinden olan kostüm, dekor ve makyaj sizi hiç yarı yolda bırakmayacak kadar başarılı ele alınıyor. Georgiana’nın kaldığı tüm saraylar, bahçeler, odaların dekoru, yemek masaları gözlerinizi ekrandan ayırmanıza izin vermiyor. Hele kostümler, şapkalar ve takılar bu projeyi üst çıtalara yükseltemeye yetiyor. Georgiana karakterinin giydiği her kıyafet, taktığı her takı ve şapkalar onun düşesliğini ispatlıyor. Sırf bunlara göz atmanız için normalden daha fazla görsellik ekliyorum bu seferlik J Her ne kadar makyajı da genel olarak beğensem de, Georgiana karakterinin makyajı o döneme göre çok fazla geldi. Koyu renkte allıklar, rujlar o dönem için sanki gözümüze alışık değil. Diğer dönem filmlerinden hatırladığım kadarıyla, kadınların makyajı daha sade ve açık tonlarda olurdu. Fakat bu projede makyajlar neredeyse günümüze yakın gibi yapılmış. Rahatsız eden ikinci unsur da gene Georgiana karakterinin saç rengini sürekli değiştirmiş olmaları! Evlenmeden önceki hayatından başlayıp araya yıllar sokan bir biyografi izliyoruz fakat bu kadar da çok saç rengi değişmez ki! Tamam o tüm koca koca saçlar aslında birer peruk ama gene de görselliği oldukça rahatsız ediyor. Tam bir renge alışacakken, Hülya Koçyiğit’in eski Türk filmlerindeki saçı misali tonlarda aşırı oynamalar oluyor. Daha çok kadın kostümleri göze batsa da erkek kostümleri (ve perukları) da oldukça başarılı tasarlanmış. Gömlek ve eldivenler en dikkat çekici kostümlerdi.
Kitaptan uyarlama ve biyografi olarak ele alındığında oldukça başarılı bir senaryoya sahip olduğunu kabul etmek gerekir. Bir kadının hayatı başka bir kadın elinden kaleme alındığından sürükleyicilik ön safhaya çıkıyor. Georgiana’nın ihtişamlı hayatı, politikaya olan tutkusu, lükse düşkünlüğü, kumara olan bağımlılığı ve mantık olarak devam eden evliliğindeki mutsuzluğu başka denizlere yelken açarak gidermesi, aldatılmayı, bir kadın olarak (düşes olsa dahi!) çektiği maddi ve manevi baskıyı yüreğiniz acıyarak izliyorsunuz. Hatta çoğu sahnede yarı isyankar bir şekilde “Kadınlar için 18. yüzyıl ile şu anın çok da bir farkı yok” diye hayıflanabilirsiniz. Özellikle geleneklerine daha bağlı olan toplumlarda (sık sık haberlerde, kitaplarda, gazetelerde, hatta filmlerde okuduğumuz ve gördüğümüz hayatlar) kadının uğradığı haksızlıklar, kocasına her ne olursa olsun bağlı kalma zorunluluğu, kendini ifade etme özgürlüğünün olamaması, aldatılmayı bile sineye çekmek mecburiyetinde kalması yüzünüze tokat gibi çarpıyor o dönemden. Sonra da oturup şükrediyorsunuz “Neyse ki o dönemde doğup da düşes olmamışım” diyerek (Umarım her okuyan şükredecek kadar rahat bir hayat sürüyordur). Bu kadar uzun yazmamdan anladığınız kadarıyla film, kafi miktarda duygusallık taşıyor. Tabi izledikten sonra şöyle bir düşünce de kafanızı kurcalayabilir: Sen hem düşes olmak iste, hem ihtişamdan ve lüksten kaçınma, hem politikaya atıl, hem kumardan vazgeçme, hem dillere destan bir kadın sembolü ol, hem de kusursuz aşka sahip olmak iste! Hayat o kadar da kolay değil derler adama. Senaryoda başarılı ele alınmayan tek konu ise Georgiana ve çocukları ile olan ilişkisi idi. "Çocuklarım olmadan asla!" diyorsanız... Aliye! tipi bir duygu sömürüsü yapılmak istenmiş ama bu hiç de çarpıcı olmamış. Bu arada, biyografik olarak bir bilgiyi de yazmadan geçemeyeceğim. Prenses Diana, Georgiana’nın ailesinin soyundan geliyormuş. Her ikisinin de soyadı bir zamanlar Spencer imiş.
Her zaman hayran kaldığım Keira Knightley, bu sefer de şaşırtmayarak harika bir performans sergiliyor. O dönemi, Georgiana'nın şan ve şöhretini taşıyan omuzlarını kendisininmiş gibi sahiplenişi o mükemmel aksanı ile birleşince izlediğinizin bir oyuncu değil de gerçekten düşes olduğunu düşünebilirsiniz. Gerçi o seneki en iyi kadın oyuncu Oscar aday listesinde adı geçmiyordu ya neyse. 1962 İngiltere doğumlu Ralp Fiennes, muhteşem gözlerini oldukça politik ve kurnaz (ve bir o kadar da soğuk) bir karaktere büründürerek Georgiana’nın eşi rolünde karşımıza çıkıyor. Filmdeki kötü karakteri canlandırmasına rağmen herkes tarafından büyük beğeni topladığına emin olduğum aktörü, bu filmden önce bir çok projede izlemiştik. Bunlardan öne çıkanlar: “Emily Bronte’s Wuthering Heigths”, en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar ve Altın Küre adayı olan ve Bafta ödülünü kazandıran “Schindler’s List”, gene en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar, Altın Küre ve Bafta adaylığı kazandıran “The English Patient”, en iyi erkek oyuncu Bafta adayı olduğu “The End of the Affair”, “Red Dragon”, “Harry Potter and the Goblet of Fire”, “Harry Potter and the Order of the Phoenix”, “In Bruges”, “The Reader”, “The Hurt Locker” ve “Harry Potter and the Deathly Hallows- Part 1-2”. Dönem filmi olmasının avantajı ile birçok ödül töreninde adını duyuran film, en iyi sanat yönetimi Oscar adayı ve en iyi yardımcı erkek oyuncu Altın Küre adayı olurken, en iyi kostüm tasarımı Oscar ve Bafta ödülünün sahibi olmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder